Azar işitsem de istediğimi yaptığım yaz günleri olurdu. Okul tatil, anne-baba işte, yemek yoksa meyve ve su var. Sabah erkenden uyanıp “tatil beee” diyerek tekrar uykuya daldığım günler. Kimse beni sabah namazına kaldırmadı. Kimsenin, o tazecik esintinin sesini dinleyerek namaz kıldığı saatlere şahit olmadım. Okulda namazın beş vaktini ezberleyip anneannemin neden sadece dört vaktini gördüğümü de kendime sormadım. Böylece, sabah namazıyla tanışmadım.
Bikinim kirlendiğinde üstsüz yüzmeye devam ettim. “Daha utanılacak yaşta değil”dim, boşverdik birlikte. Hava sıcak, şortlar kısa, günler uzun ve bluzlar hep askılıydı. Hep beraber sıcaklıyorken neden anneannemin soyunmadığını hiç sormadım. Ben “herkesin giydiği”ni giyerken anneannemin kıyafet seçiminde o herkesin nereye kaybolduğunu da sormadım. Dolabım “herkesin giydiği”ne göre değişti durdu. “Bu herkes kim” diye sormadım. Görmenin – görülmenin – göstermenin – saklamanın sorumluluğuyla hiç tanışmadım, herkesin içinde konuşulacak şeyler belliydi.
Kimse kapısını kilitlemez, birbirimizin orta yerinde yaşardık. Komşu evine teklifsiz girer, bizde olmayan boydaki fırın tepsisini alır çıkardık. Komuşunun güldüğüne sevinir gibi yapar, üzüldüğüne kahrolur ve iyi ilişkiler kurardık. Evdekilere, pazar kahvaltıları ve akşam yemeklerinde konuştuklarımızla bu ilişkilerimizin yan yana duramayacağını söylemedim. Çünkü anneye surat asmaz, babaya tavır yapmaz, kardeşe iyi örnek olur, en önemlisi aile içinde de iyi ilişkileri sürdürürdük. Büyüyünce, “bensiz yenen yemeklerde ne konuşuyorsunuz” diye sormadım. Böylece, hesapsız bir seyirle, samimiyetle tanışmadım.
Zor soruların basit cevapları olacağını tahmin ediyorum, bıçak gibi keskin. Onları izliyor peşine düşüyorum, durdurup tanışmaya çalışıyorum hepsiyle. Karşısında muhatap bulamayan oluyor. “Neden kendimle bir ilişkim yok? – Henüz onunla da tanışmadım.”